Hayat Kısa Kuşlar Uçuyor..

Hayat Kısa Kuşlar Uçuyor..

19 Nisan 2016 Salı

İstemiyorum artık karamsar yazılar yazmak!

 Yalancı bahar havası, güneş samimi galiba? Kanmasa bari bu sefer tomurcuklar çiçek açmaya...

Sokaklardan, caddelerden, ev kenarlarından geçerken aklımda deli sorular! Evler ne kadar da huzurlu görünüyor. Düzgün perdeli pencereler, kapatılmış camlı balkonlar, biraz daha kafamı içeri uzatsam neşeli kahkahalar eşliğinde çay kaşıklarının şıngırtısını duyacağım. Belki kızarmış ekmek kokusu tütecek burnumun dibine.

Servis aracındaki koltuğumda otururken bütün bu evleri izliyorum. Güneş gerçekten ısırıyor sıcacık. Mutsuz olmak için bir sebep yok! Ama yine de elimde ki cihazdan hiçbir şey okumak gelmiyor içimden.

Suruç’tan “içimde nicedir bombalar patlıyor” dememin üzerinden ne çok zaman geçti ve ben o zaman bilememiştim daha çok ve daha çok patlayacağını… O patlayan bombanın sadece bir karabasanın başlangıcı olduğunu kestirememiştim.

Ben kendimce içimde bu sorgulamaları yaparken servis ilerliyor. Evler diyorum ne kadar huzurlu görünüyor. Gözümü alamıyorum. Bıraksalar bütün kapıların zillerini çalmak istiyorum, “bodrum katında, biliyor musunuz bodrum katında o insanlar bir vahşete kurban gittiler” diye yüzlerine haykırıp kaçmak istiyorum.

Sonra başka apartmanlara girip “biliyor musunuz bu yılın başında, ocak ayında 368 insan Ege denizinde yaşamını yitirdi, bu yaz o sahilde yüzebilecek misin, dalabilecek misin?” demek istiyorum.

Sonra “10 Ekim’de ne olmuştu? Hatırlıyor musun?” diye bağırmak istiyorum bu sokakta! 

Caddeye çıkıp “ocak ayında kaç tane iş cinayeti oldu?”, “kaç kadın öldürüldü?”, “kaç çocuk istismar edildi?”

“Barış derken kaç tane akademisyen görevden uzaklaştırıldı, soruşturma açıldı?” diye haykırmak, sesim kısılana kadar, huniyi de kafama takıp deliye bağlamak istiyorum!

Deliye bağlamak! Delirmemizi istiyorlar! Delirdik mi? Farkında mı değiliz? İstikrar dedikleri bu mu?

 İstikrarlı bir biçimde duyumsamama biçimine mi sokmak? Kimse kimsenin derdiyle uğraşmasın, önlerine attığımız üç kuruşluk geçimle hayatlarını sürdürsün, fikir beyan etmesin, barış-marış istemesin! Devletin ekmeğini yerken yetinsinler mi, bütün dertleri?

Dert mi? Ne derdi la? Biz bi bok değiliz gözlerinde, yaşam yitimlerimizi sayıyla belirtecek kadar vicdansızlar! Birer sayıyız işte…

Servis duruyor, iniyorum. Saat 7:50. Henüz tomurcuklanmış erguvan ağacının dibinden geçip gökyüzüne bakıyorum. Acımasız bir fabrikaya girmek üzereyim. Meslek heyecanımın kalmadığı, duygularımın tükendiği o kapalı dört duvar arasına…

Kulağımda canlı yayında telefon görüşmesinde patlayan silah sesleri ve son çığlıklar. Kaç kişi vardı o bodrum katında? Kaç yaşam yok oldu?

Boğazımda acı bir tatla yutkunuyorum oysa evler ne kadar da huzurlu görünüyor…

İyileşir miyiz?


Öz




                                   

 

14 Mart 2016 Pazartesi

KARA bir AN'ın ritminde Tıp Bayramı



BOOOM!!!

…ve ardı ardına gelen siren sesleri…

Hava kararmış, hafif yağmur çiseliyor, ortalığı kaplayan koca bir duman kütlesi ve o keskin kan kokusu. Kırmızı bir akışkan gittikçe daha çok büyüyor başkentin göbeğinden ülkenin her yerine!

Hastane kapısı, sedyeler ardı ardına dizilmiş. Doktorlar, hemşireler ve sağlık çalışanları teyakkuzda… ve ambulanslar geliyor. Ambulansın kapısından sedyede yatan “insan-LAR”. Kırmızı akışkana bulanmış yüzler, donmuş bakışlar, nefes alamayan göğüsler, kopan uzuv(lar)dan fışkıran o hayat suyu…

Ameliyathane hazır…

-          Bohçayı aç… Setleri aç… Bağla arkamı… Eldiven… Çabuk! Çabuk! 

Örtüler, aletler havada uçuşurcasına masaya diziliyor. 

Ooof Allahım! Nasıl bir şey bu? Kanamayı durdurmamız lazım. Damar klempleri hazır mı? Tutmaz bu arter. Buradan belki de ampütasyon gerekecek! Çok da genç! Allahım, allahım!!! 

Mehmet evde miydi acaba? Aramadı da beni!

-          Klemp ver! Hadi çabuk! Dikiş hazır mı? Buraya bak! Tut şunu!

Ooof, Offf!

-          Kan hazır mı? Plazma yükleyelim. Tansiyonu gittikçe düşüyor. Hadi acele! Bir şeyler yapın! Kaybedeceğiz! Çoook genç daha!

Atımlar ekranda dağları çizerken, gittikçe önce bir suyoluna, sonra düz çizgiye dönüşüyor!

-          Biiiiiip!

Resüsitasyona geçiyoruz. Kardiyo masajına başlıyorum.

-          Cihazı getirdiniz mi? Hadi, hadi! Arkadaşlar lütfen soğukkanlılığınızı yitirmeyin! Kaos yok! Yok!

Koşuşturmalar!

-          Çak! Masaja devam! Çak! Dur! Dur! Bir şeyler oluyor. Dönecek galiba! Hayır devam!  devam!

Mehmet’ten hâlâ ses yok… 

Dört saat geçti…
Dönmedi çocuk…
Gitti…
Bitti…
……………………………………………………………………………………………………………………………………………


“Primum non nocere”  ilkesine bağlılık yemini etmiş yaşam savunucuları, 14 Mart Tıp bayramına başkalarının ZARAR vermiş olduğu hayatları toparlamaya çalışıyorlar.

Evet toparlamak! Ne ilk ne son!

Ama artık hepimiz zarar gördük!

Zarar verilmiş hayatları iyileştirmek, bir hırs uğruna kan gölüne çevrilmiş bir coğrafyada zor olacak!
Bu vebale sebep olanlar, bu dünya da göremezsek bile, bir gün başka bir yerde, Tanrı’nın emanet ettiği vücut ve ruh bütünlüğüne zarar verilmişliğinin cezasını ödeyecek!

Ö-DE-YE-CEK!

Böyle bir dünyada, yıllarca omuz omuza çalıştığım iş arkadaşlarımın gününü kutlayamıyorum, kutsayamıyorum…

Af ola!


Öz

4 Mart 2016 Cuma


Odin

Odin bu gece çok kızdı,
mızrağını öyle bir salladı ki,
gök yere indi,
Sel götürdü şehri...
Yanlız uyuyan çocuklar,
saklandı kuytuya...
Anneler ninni söyledi
geceye,
yine de durmadı Odin!

"Sel götürsün bu sağır eden sessizliği,
şimşekler kalpsizliğe kor düşürsün",
diye haykırdı bütün karanlığa!

Uyandım!
Bir ninni sesi vardı kulağımda,
bir de aydınlanan pencerem de gördüğüm ışık...
Kalbimin gümbürtüsü mü duyduğum?

Yorgun düştüm,
düşüme geri düştüm...
Ah Odin!

Öz


(Çiziks geceye, göktengriye....)

14 Ocak 2016 Perşembe


Zaman öyle bir zaman ki, nasılda renklerimiz ortaya çıkıyor!
Kırmızılar yeşile set çekiyor, maviler sarıyı itiyor, siyahla beyazın hemhâl olması mümkün değil, gri artık sadece gökyüzü...

Zaman öyle bir zaman ki, saflar belli oluyor...

Zaman öyle bir zaman ki iyilik ve kötülük olarak dünya-larımız ikiye bölünüyor...

Zaman öyle bir zaman ki insan kendi sevgisizliğinde kaybolmuş, her gün azala azala en çok da kendini aradığının farkına varmıyor...

Öz
Not; Sabaha, bulutlara, göğe doğru....
©Agsandrew