Hayat Kısa Kuşlar Uçuyor..

Hayat Kısa Kuşlar Uçuyor..

23 Kasım 2014 Pazar

Bir şehrin kirliliğini gece mi örter?
Yanan sokak lambası mıdır yolları masumlaştıran?
Ya her pencereden yansıyan öyküler!
Kasım rüzgarı delip geçiyor onca sessizliği...
Karanlığa karışan çığlıklar,
gün gelir;
duymayan kulakları sağır eder...
Öz'ce

(Kasım'a çığlık...)



13 Temmuz 2014 Pazar

Dolunay, Apollon ve Yol....

Dolunay'da yine bir Apollon buluşması......
Tapınak dibinde,
Ulu dut ağacının altında,
Dost deminde….

İkindi vakti, dönüşe az kaldı. Dut ağacının altına oturdum, birkaç satır yazmadan dönüşe geçmek yok dedim…
Bu gelişim hangi sebebi içinde saklıyordu yoksa sadece bir tesadüf müydü anlayıp anlamamak arasında kaldım. Her ne hikmetse yol beni hep bir dolun ay’da buralara getirdi. Ve her gelişim kendi içimde yeni kapıların açılmasına sebeb oldu… Apollon tapınağının dibinde Yoran küme evlerinde yaşayan kan bağımın olmayıp ruh bağımın olduğu abim ve ablamın etkisi çoktur bu konuda. Burası benim; yaşadığımız kaotik dünyanın içerisinde sığındığım sessiz limanım gibi… Bir süreliğine dış dünyaya kendimi kapatmak ve nefesimi tekrar düzenleyebilmek için iyi bir haftasonu oldu…

Çok astrolog bu dolunay’ın hayatımıza olan olumlu katkılarından dolayı bir sürü yazı yazmış. Kiminiz belki bırak bu işleri dese de, insan bir ışık, bir rehber, bir umut arıyor yolunun üzerinde.
Sonuç olarak benim aldığım mesaj, Lao Tzu’nun da  o meşhur sözü:
“Binlerce kilometrelik bir yolculuk bile, tek bir adımla başlar”….
Önemli olan karar vermek, o kararı karnının, yüreğinin içinden doğurabilmek….
Her gün ölmektense, bir  defa ölmek ve o yolda engel olan yüklerimizi üzerimizden atmak!
Sonuç olarak bizi kıvrandıran taşıdığımız düşünceler içimizden çıkana kadar çok ciddi doğum sancıları yaratıyor...  Önemli olan bu doğumun sonuna geldiğini bilmek…. Durmakla, beklemek ve izlemek sadece zamanın elinden nasıl acımasızca kaydığını görmektir.
Yaşam bir kez verildi hepimize…

Kendimce , Özce çıkardığım sonuç bu…
Apollon’un duvar diplerinde, sütunlarının arasında dolaşırken rüzgar bana bunu bir kez daha hatırlattı….






Hepinize güzel açılımlar dileğiyle,
Sevgiyle….


Özce

23 Ocak 2014 Perşembe

19 Ocak 2014 Pazar

Geçmişten bugüne derlediklerim....


Geçmişten bugüne, derlediklerim...


Bir tarih yazılıyor! Bizim tarihimiz! Aklımda cümleler uçuşuyor, hepsini bir araya getirmek zor. Teknoloji biraz daha ilerlemiş olsa bir yazıcıyla düşüncelerimizi kâğıda basabilirdik. …

Bir yerlerden başlamak gerekiyor…

Çocukluğumun ilk bölümü Almanya da geçti. Gurbet duygusunu doğduğum günden bu yana hep içimde hissettim… Canım babam ve canım annem bizleri (kardeşlerimle) sevginin büyüklüğüyle, dürüst olmaya, büyüklere saygı duymaya, birlik ve bağlılık duygularıyla ve en önemlisi, bir yudum ekmeği paylaşmayı öğreterek yetiştirdi.  Ama hiç ‘politik’ değildik. 80 öncesiydi ve Türkiye karışıktı. Çocuk aklımla haberlerden yansıyan bilgiler ve büyüklerin kendi arasında ki konuşmalardan anlayabiliyordum bunu…





Gurbet hepimizin içindeydi. Toprağımıza geri dönmenin özlemiyle yanıp tutuşuyorduk. Her ne kadar ailecek yaşadığımız şehrin, kültürün birçok kurallarına uyum göstermeye çalışsak da hep “öteki” olduk…

İlkokulu yeni bitirmiştim, orta öğretime geçiş yapmam gerekiyordu ve ilkokul öğretmenim ısrarla benim Gymnasiuma gitmemi istiyordu. Annemle okulun yolunu tuttuk ve kayıt için Sophie Scholl Gymnasium’un öğrenci işlerine gittik. Ama ne mümkün! Yabancı öğrenci, özellikle Türk öğrenci alamazlar-mış!
Neden?
Nedeni yok!
Ötekileştirmenin ilk duygusal kırılmışlığını aklım erdiğince o yaşta tecrübe ettim…
Sonra duruma ilkokul öğretmenim Herr Kolkenbrock müdahale etti ve elimden tutup kaydımı kavga dövüş yaptırdı. Hakkını ödeyemem. Yaşıyorsa uzun ömrü olsun sağlıkla, gittiyse bu dünyadan, ışığı daim olsun…
Almanca ana dilimdi, Gymnasiumla birlikte İngilizce ve Fransızca da eklendi. Büyük bir hevesle gidiyordum ve başarılı olmak için çok gayret ediyordum. Gel zaman git zaman babamın çalıştığı fabrika iflasın eşiğine geldi ve çalışanlarına yarı ücretle izin verdi. Her ne kadar, babam istifasını sunsa da kabul edilmedi ve beklemesi söylendi. Bir yıl böyle geçti. O dönem Almanya’da Türk nüfusu çok artmıştı ve hükümet de bu durumdan fazlasıyla rahatsızdı. Birçok yerde Ausländer Raus”, “Kümmel Türken Raus” eylemleri yapılıyordu. Bunun üzerine, hükümet de dönmek isteyen Türklere bir takım olanaklar sağladı ve haklarını almak kaydı ile dönüşleri için zemin hazırladı.

O günlerde ailecek oturduk ve karar verdik. Babam, annem, ben (14) ve kız kardeşim (12), erkek kardeşim henüz 1 yaşındaydı ve hiç bir şeyden haberi yoktu… Dönüş için kararlıydık. Çok özlüyorduk ülkemizi. Bizim için cennetti orası. İzinlerde gittiğimizde nasıl güzel bir sevgi ve paylaşımla, akraba yakınlığı ile karşılanıyorduk. Kocaman bir aileydik ve bundan sonrasını o kocaman ailenin, yanında geçirmek istiyorduk…

Döndük… 84’ün soğuk ve yağmurlu bir 24 Mart günüydü!
Çocuksun ne de olsa, umutların daha güçlü. Tuhaf bir sevinçle burukluğun arasında fotoğraflar var aklımda sadece şu an ...
Evimize yerleşme işleri bittikten sonra, okul için koşuşturmaya başladı bizimkiler. Dönem ortasıydı. Zaman kaybetmeden kayıt yaptırmak gerekiyordu. Orada gittiğimiz okullara denk bir okul yoktu. Yaşadığımız şehrin, yakınımızda ki ortaokuluna gidecektik. Annem bizi aldı ve okulun yolunu tuttuk. Okul müdürünün odasına girdik. Annem kendini ve bizi tanıttıktan sonra, ikimizin de Almanya da başarılı okullarda okuduğunu, derslerimizin çok iyi olduğunu anlatmaya başladı ki, okul müdürünün söylediği şu cümle hala 30 yıldır kulaklarımdan gitmiyor:

Oranın başarılı öğrencileri burada maalesef tamamen geri zekalı oluyor, hiç kendinizi yormayın! Zaten dönem ortası şimdilik misafir gelip gidebilecekler, dönem başında bir yıl geriden başlayarak devam edebilirler”, diye kestirip attı…

Sessizlik…
Kendimizi ifade etmek ne haddimize! Yine o çocuk aklımla anlayamadığım, kavrayamadığım duygu boğazımda buruk bir tat bıraktı; kendi toprağında insan nasıl öteki olabilirdi ki?

O süreç içinde ardı ardına kültür şokları hiç eksilmedi. Sivil bir hayattan kapkara önlük dönemine girmiştik. Farklıydık ve bu yüzden her an, her yerde göze batıyorduk. Yetmiyormuş gibi, yapmak istediğimiz pek çok faaliyetten geri kalıyorduk. Annemin kuzeninin eşi müdür yardımcımızdı ve herkesten önce o gidip bizi babama ispiyonluyordu! Kız çocuğunun voleybol takımında ne işi olur?” “19 Mayıs gösterilerinde ne işi var?” ve daha buna benzer bir sürü laf taşıma. Ve bizler kız çocuğu olarak da ‘öteki’ olma vasfına eriştik!

En canımı acıtan olaylardan biri de, insanın kaderini değiştirmesi elindeyken, tüm saflığıyla etrafındakilerin söylediklerine inanması, sonucu araştırmaması ve durumu kabul etmesi. Meğerse, o yıl dönüşümüzle birlikte, eğer bilgilendirilmiş olsaydık, ilk 3 ay içinde başvuru yapıp, İstanbul’da almanca eğitim veren her hangi bir anadolu lisesinde dönem kaybetmeden okuma hakkına sahip olabilecekmişiz. Etrafımızdakiler, o çok sevdiğimiz, sevgili eğitimci akrabalarımız bundan hiç söz etmediler…
Şimdi artık kızmıyorum onlara, kırgın da değilim, bunlar yaşanması gerekiyormuş; ama var olan eğitim hakkımın bana, bize bildirilmemiş olmasından dolayı zaman zaman eksikliğini yaşıyorum fazlasıyla.

Ortaokul son sınıfta herkes harıl harıl ders çalışıyordu, fen lisesi ve benzer lise giriş sınavları için. Derslerim iyi gidiyordu. İlk dönem, her ne kadar Almanya’dan gelen ‘geri zekâlı(!)’ öğrenci olsam da ‘teşekkür’ almama ramak kalmıştı ki, inkilâp tarihi dersi hocam notumu kırmıştı, çünkü sözlü sınavda anlatmam gereken konuyu Türkçe anlatmakta zorlanmıştım. Oysa matematik, fen bilgisi, yabancı dil, coğrafya gayet iyi durumdaydı. İnkılâp tarihi dersinin yazılı sınav sonucu da iyidi ama sözlüden kırmıştı bir kere ve takık(!)tı…
BaĞzı çalışkan arkadaşlarım benimle dalga geçip; ‘sen çalışma bu sınavlara nasılsa kazanamazsın’ diye kızdırıyorlardı… Kazanmalıydım! Bu küçücük şehirde, babamın yaşadığı değişimle ve bakış açısıyla okuyamazdım!
Yazın sonunda sınav sonuçları geldi ve ben İstanbul’da asil listeden devlet parasız yatılı okullarından hemşirelik bölümünü kazanmıştım…
Gitmeye kararlıydım ve her şeye rağmen babamı ikna ederek kayda gittim…
Tek bir düşüncem vardı, bu şehirden gitmezsem köstek olan çok olacaktı. Bu ülkede yaşamak için meslek sahibi olmalıydım. Kısa yoldan bir meslek sahibi… Hayallerim, umutlarım, olmak istediğin tüm düşüncelerimi rafa kaldırdım ve emin adımlarla yatılı okulun o soğuk koridorlarına teslim oldum…

Bir buçuk yıl içinde ikinci büyük kültür şokunu yaşıyordum… Çocukluğu demokratik bir ortamda geçmiş olan ben, tek tip bir hayata uyum sağlamalıydım… Kolay olmadı. 14-15 yaşında, aileye en çok ihtiyaç duyulan ve ergenliğin yaşandığı bir dönemde, çabucak büyümek durumda kalıyor insan. 160 kişi için de bu böyleydi. Çocuk halinle seni yönlendirmek, etkilemek isteyen eğitimciler. Düşüncelerini ifade etmeni engelleyen ortam… O dönem taraf olarak baskın gelen grupların, güçlerin düşüncelerine ortak olmadığın için, itiraz ettiğin için hep “öteki” olmak.

Bu arada başta dediğim gibi ben ve kardeşlerim politik olmayan bir ortamda yetişmiştik. Ne neydi? Nasıldı? Kim kimdi? Dinledikleri türkü, şarkı, okudukları şiirler, kitapların içeriği ne ifade ediyordu? Hepsine çok uzaktım…

Ama gözlemliyordum. Okumaya çalışıyordum. Anlamaya çalışıyordum. Ülke büyük bir değişimin içinde hızla yol alıyordu… Dışarı çıkmak için cumartesi günleri sadece 4 saat vardı… Okulda yetiştirme yurdundan gelen çok arkadaşım vardı. Etnik kökenleri farklı arkadaşlarım. Ayrıca Ege’nin rüzgârını estiren kızlar. Zeytin ve çemenli ekmek sohbetleri…. O çok renkliliğin içinde, küçücük dünyamda toprağımın özelliklerini öğrenmeye çalışıyordum. Bir şey çok önemliydi; birliktik! En küçük bir haksızlığa, disiplin kuruluna sevk edilme pahasına da olsa baş kaldırıyorduk! Başkaldıramadığımız, engelleyemediğimiz çok da haksızlıklara bakıp kaldığımız da oldu!

Fatoş vardı (hala var, 25 yıllık dostum), Tunceliliydi, yetiştirme yurdunda büyümüştü. Ötekiydi!!! Arkadaşının uğramış olduğu haksızlığı savunduğu için Sivas’a sürüldü 3. sınıfta! Başkaldırdığı için sürüldü, kimliğinde Tunceli yazdığı için sürüldü!

Sessizlik!

Bu anlattıklarım çocukluktan gençliğe geçiş dönemiyle yaşadığım, gözlemlediğim, kısaca anlatmaya çalıştığım olaylar zinciri…

Politik bir ortamda büyümemiştim, bu nedenle hep bir şeylere yetişmeye, kendimi bilgilendirmeye, fikir almaya, düşüncemi paylaşarak kendimi geliştirmeye çalıştım. Hâlâ çok eksiğim var. Hâlâ çok okumam lazım…

Mezun olduktan sonra da 16 yılım tek tip, disiplinli bir ortamda geçti. Bu süreç içinde sorgulamalarımı yaparken, “ötekilerin” yaşamış olduğu acılarla empati kurduğum için çok tepki aldım. O dönem çok karışık bir dönemdi. Kanın hiç durmadığı… Her gün ölüm haberleri aldığımız bir dönem. Bize bizim görmemiz gereken ölçüde yansıtılan bir dönem!
Orada bir yerlerde bir annenin, buralarda başka bir annenin feryadının göğe yükseldiği bir dönem…

Ölüm aslında hiç gitmedi bu topraklardan… Kaos hep içimizdeydi. Hangi birini anlatayım ki? Hepimiz hepsine şahidiz. Hepimizde her gidişin açtığı başka bir yara oldu. Yara umutsuzluğu doğurdu. Belirsizlikler üzerine, insan hayatının değersizliği üzerine düşünceler birikti, birikti, birikti…

Ve bir gün hiç birbirini tanımayan, bilmeyen, bin bir türlü renge sahip yüz binlerce yürek bir oldu… Korkutularak susturulmaya çalışılan o yüz binler sokağa döküldük…
Artık sessizliğe son vermeye karar verdik!

Artık sineye çekmeye, gözyaşımızı içimize akıtmaya, ekmeğimizin mücadelesini verirken uğradığımız haksızlıklara, nefes alabilmek için ihtiyacımız olan ağacımızın kıyımına, düşüncelerimizi korkmadan ifade etmeye, adaletsizliğe, teknolojinin tüm nimetlerinden faydalanarak birbirimizi haberdar etmeye, her yerde birbirimizi kollamaya, tek bir yürekte birleşmeye karar verdik... Ve çok canımız gitti, çok canımız yandı… Bir gittiler, binler geri geldi… Bu ses artık kısılabilir miydi?





Mesleki yeminimle ben 25 yıl öncesinde bütünleşmiştim. Benim için dilin, ırkın, rengin bir önemi yoktu. Karşımda İNSAN vardı! Ve İNSAN olarak kalacaktı…

Bin yürekli insanlar,
77 rengiyle sokaklarda...
Göğe yükselen ışıklarıyla,
El ele,
Omuz omuza..
Ah bu kahrolası ayrılık...
Elbet döner aydınlıkla,
bir gün umudun maviliğiyle;
Yüreğimize....


Öz'ce
 2 Temmuz 2013

Taksim’de yeryüzü sofraları kurulduğunda yazmıştım bu küçücük şiiri, … Umudumun karanlıklarla boğuşurken aydınlığın bir izi miydi?

Bugün önemli bir gün, 19 Ocak… Yüz binler sokakta, sevdiklerim sokakta… Hepimiz tek bir yürekten haykırdık. Adalet için haykırdık! Ve bu hüzün biz bitti demeden bitmeyecek!
Bu günahları yıkayacak bir yağmur olmayacak!
Daha yapacak çok işimiz var… Mücadeleye devam…

Bir tek şunu biliyorum ve öğrendim yolumda: Hiçbir kente ait değilim, hiçbir mülke bağımlı değilim. Elbet hepimizin hayalleri var…


Kendi tarihimizi yazarken, attığımız bu tohumların filizlerini ya göreceğiz ya görmeyeceğiz ama gelecek için, çocuklarımıza bırakacağımız miras çok önemli…
Bu topraklarda, bu dünyada geleceğin barışı ve huzuru için önemli…
Nazım Usta şiirinde dediği gibi;

“selamlamaya geldim seni yeryüzü umutları adına,
bedava ekmek ve bedava karanfil adına
mutlu emeklerde mutlu dinlenmeler adına
"Yarin yanağından gayrı her yerde her şeyde hep beraber"


Ben de sadece diyorum ki;
Yarimin yüreğinde beraber atsın yüreğim yeter,
Barış olsun her daim ve barış için mücadelemiz…


Öz’ce








Sözlük: Auslander Raus: Yabancılar dışarı

           Kümmel Türken Raus.: Kimyon (kokan) Türkler dışarı

                                               Baharat kokan Türkler dışarı

15 Ocak 2014 Çarşamba

Mavi

Mavi

Maviydi gördüklerim,
Maviydi sevdiklerim,
Maviydi barış
Maviydi özgürlük…

Sözlerim maviydi,
Dokunduklarım mavi…

Sonsuz bir mavilikti gökyüzü
Haykırıştı
Direnişti
Kardeşlikti
Hoşgörüydü
Sevgiydi
Aşktı

Sözlerim maviydi
Bakışım mavi

Maviliklere doğru akmaktı hayat
Yürümek ele ele sonsuz maviye
Yolu tamamlamaktı
Mavide sonsuza ulaşmaktı...

Yatağından akan dereler gibi
Sonsuz ummana varmaktı...



Öz’ce