Bir tarih yazılıyor! Bizim tarihimiz! Aklımda cümleler uçuşuyor,
hepsini bir araya getirmek zor. Teknoloji biraz daha ilerlemiş olsa bir yazıcıyla
düşüncelerimizi kâğıda basabilirdik. …
Bir yerlerden başlamak gerekiyor…
Çocukluğumun ilk bölümü Almanya da geçti. Gurbet duygusunu
doğduğum günden bu yana hep içimde hissettim… Canım babam ve canım annem
bizleri (kardeşlerimle) sevginin büyüklüğüyle, dürüst olmaya, büyüklere saygı duymaya,
birlik ve bağlılık duygularıyla ve en önemlisi, bir yudum ekmeği paylaşmayı
öğreterek yetiştirdi. Ama hiç ‘politik’
değildik. 80 öncesiydi ve Türkiye karışıktı. Çocuk aklımla haberlerden yansıyan
bilgiler ve büyüklerin kendi arasında ki konuşmalardan anlayabiliyordum bunu…
Gurbet hepimizin içindeydi. Toprağımıza geri dönmenin
özlemiyle yanıp tutuşuyorduk. Her ne kadar ailecek yaşadığımız şehrin, kültürün
birçok kurallarına uyum göstermeye çalışsak da hep “öteki” olduk…
İlkokulu yeni bitirmiştim, orta öğretime geçiş yapmam
gerekiyordu ve ilkokul öğretmenim ısrarla benim Gymnasiuma gitmemi istiyordu. Annemle
okulun yolunu tuttuk ve kayıt için Sophie Scholl Gymnasium’un öğrenci işlerine gittik.
Ama ne mümkün! Yabancı öğrenci, özellikle Türk öğrenci alamazlar-mış!
Neden?
Nedeni yok!
Ötekileştirmenin ilk duygusal kırılmışlığını aklım erdiğince
o yaşta tecrübe ettim…
Sonra duruma ilkokul öğretmenim Herr Kolkenbrock müdahale
etti ve elimden tutup kaydımı kavga dövüş yaptırdı. Hakkını ödeyemem. Yaşıyorsa
uzun ömrü olsun sağlıkla, gittiyse bu dünyadan, ışığı daim olsun…
Almanca ana dilimdi, Gymnasiumla birlikte İngilizce ve
Fransızca da eklendi. Büyük bir hevesle gidiyordum ve başarılı olmak için çok
gayret ediyordum. Gel zaman git zaman babamın çalıştığı fabrika iflasın eşiğine
geldi ve çalışanlarına yarı ücretle izin verdi. Her ne kadar, babam istifasını
sunsa da kabul edilmedi ve beklemesi söylendi. Bir yıl böyle geçti. O dönem
Almanya’da Türk nüfusu çok artmıştı ve hükümet de bu durumdan fazlasıyla rahatsızdı.
Birçok yerde “Ausländer
Raus”, “Kümmel Türken Raus” eylemleri yapılıyordu. Bunun üzerine, hükümet de dönmek
isteyen Türklere bir takım olanaklar sağladı ve haklarını almak kaydı ile
dönüşleri için zemin hazırladı.
O günlerde ailecek oturduk ve karar verdik. Babam, annem,
ben (14) ve kız kardeşim (12), erkek kardeşim henüz 1 yaşındaydı ve hiç bir
şeyden haberi yoktu… Dönüş için kararlıydık. Çok özlüyorduk ülkemizi. Bizim
için cennetti orası. İzinlerde gittiğimizde nasıl güzel bir sevgi ve
paylaşımla, akraba yakınlığı ile karşılanıyorduk. Kocaman bir aileydik ve bundan
sonrasını o kocaman ailenin, yanında geçirmek istiyorduk…
Döndük… 84’ün soğuk ve yağmurlu bir 24 Mart günüydü!
Çocuksun ne de olsa, umutların daha güçlü. Tuhaf bir
sevinçle burukluğun arasında fotoğraflar var aklımda sadece şu an ...
Evimize yerleşme işleri bittikten sonra, okul için koşuşturmaya
başladı bizimkiler. Dönem ortasıydı. Zaman kaybetmeden kayıt yaptırmak
gerekiyordu. Orada gittiğimiz okullara denk bir okul yoktu. Yaşadığımız şehrin,
yakınımızda ki ortaokuluna gidecektik. Annem bizi aldı ve okulun yolunu tuttuk.
Okul müdürünün odasına girdik. Annem kendini ve bizi tanıttıktan sonra,
ikimizin de Almanya da başarılı okullarda okuduğunu, derslerimizin çok iyi
olduğunu anlatmaya başladı ki, okul müdürünün söylediği şu cümle hala 30 yıldır
kulaklarımdan gitmiyor:
“Oranın başarılı
öğrencileri burada maalesef tamamen geri zekalı oluyor, hiç kendinizi yormayın!
Zaten dönem ortası şimdilik misafir gelip gidebilecekler, dönem başında bir yıl
geriden başlayarak devam edebilirler”, diye kestirip attı…
Sessizlik…
Kendimizi ifade etmek ne haddimize! Yine o çocuk
aklımla anlayamadığım, kavrayamadığım duygu boğazımda buruk bir tat bıraktı; kendi
toprağında insan nasıl öteki olabilirdi ki?
O süreç içinde ardı ardına kültür şokları hiç eksilmedi. Sivil
bir hayattan kapkara önlük dönemine girmiştik. Farklıydık ve bu yüzden her an,
her yerde göze batıyorduk. Yetmiyormuş gibi, yapmak istediğimiz pek çok
faaliyetten geri kalıyorduk. Annemin kuzeninin eşi müdür yardımcımızdı ve herkesten
önce o gidip bizi babama ispiyonluyordu! “Kız
çocuğunun voleybol takımında ne işi olur?” “19 Mayıs gösterilerinde neişi var?” ve daha buna benzer bir sürü laf
taşıma. Ve bizler kız çocuğu olarak da ‘öteki’ olma vasfına eriştik!
En canımı acıtan olaylardan biri de, insanın kaderini
değiştirmesi elindeyken, tüm saflığıyla etrafındakilerin söylediklerine
inanması, sonucu araştırmaması ve durumu kabul etmesi. Meğerse, o yıl dönüşümüzle
birlikte, eğer bilgilendirilmiş olsaydık, ilk 3 ay içinde başvuru yapıp,
İstanbul’da almanca eğitim veren her hangi bir anadolu lisesinde dönem
kaybetmeden okuma hakkına sahip olabilecekmişiz. Etrafımızdakiler, o çok
sevdiğimiz, sevgili eğitimci akrabalarımız bundan hiç söz etmediler…
Şimdi artık kızmıyorum onlara, kırgın da değilim, bunlar
yaşanması gerekiyormuş; ama var olan eğitim hakkımın bana, bize bildirilmemiş
olmasından dolayı zaman zaman eksikliğini yaşıyorum fazlasıyla.
Ortaokul son sınıfta herkes harıl harıl ders çalışıyordu, fen
lisesi ve benzer lise giriş sınavları için. Derslerim iyi gidiyordu. İlk dönem,
her ne kadar Almanya’dan gelen ‘geri zekâlı(!)’ öğrenci olsam da ‘teşekkür’
almama ramak kalmıştı ki, inkilâp tarihi dersi hocam notumu kırmıştı, çünkü
sözlü sınavda anlatmam gereken konuyu Türkçe anlatmakta zorlanmıştım. Oysa matematik,
fen bilgisi, yabancı dil, coğrafya gayet iyi durumdaydı. İnkılâp tarihi dersinin
yazılı sınav sonucu da iyidi ama sözlüden kırmıştı bir kere ve takık(!)tı…
BaĞzı çalışkan arkadaşlarım benimle dalga geçip; ‘sen çalışma
bu sınavlara nasılsa kazanamazsın’ diye kızdırıyorlardı… Kazanmalıydım! Bu
küçücük şehirde, babamın yaşadığı değişimle ve bakış açısıyla okuyamazdım!
Yazın sonunda sınav sonuçları geldi ve ben İstanbul’da asil
listeden devlet parasız yatılı okullarından hemşirelik bölümünü kazanmıştım…
Gitmeye kararlıydım ve her şeye rağmen babamı ikna ederek
kayda gittim…
Tek bir düşüncem vardı, bu şehirden gitmezsem köstek olan
çok olacaktı. Bu ülkede yaşamak için meslek sahibi olmalıydım. Kısa yoldan bir
meslek sahibi… Hayallerim, umutlarım, olmak istediğin tüm düşüncelerimi rafa
kaldırdım ve emin adımlarla yatılı okulun o soğuk koridorlarına teslim oldum…
Bir buçuk yıl içinde ikinci büyük kültür şokunu yaşıyordum… Çocukluğu
demokratik bir ortamda geçmiş olan ben, tek tip bir hayata uyum sağlamalıydım…
Kolay olmadı. 14-15 yaşında, aileye en çok ihtiyaç duyulan ve ergenliğin yaşandığı
bir dönemde, çabucak büyümek durumda kalıyor insan. 160 kişi için de bu
böyleydi. Çocuk halinle seni yönlendirmek, etkilemek isteyen eğitimciler.
Düşüncelerini ifade etmeni engelleyen ortam… O dönem taraf olarak baskın gelen
grupların, güçlerin düşüncelerine ortak olmadığın için, itiraz ettiğin için hep
“öteki” olmak.
Bu arada başta dediğim gibi ben ve kardeşlerim politik
olmayan bir ortamda yetişmiştik. Ne neydi? Nasıldı? Kim kimdi? Dinledikleri
türkü, şarkı, okudukları şiirler, kitapların içeriği ne ifade ediyordu? Hepsine
çok uzaktım…
Ama gözlemliyordum. Okumaya çalışıyordum. Anlamaya
çalışıyordum. Ülke büyük bir değişimin içinde hızla yol alıyordu… Dışarı çıkmak
için cumartesi günleri sadece 4 saat vardı… Okulda yetiştirme yurdundan gelen
çok arkadaşım vardı. Etnik kökenleri farklı arkadaşlarım. Ayrıca Ege’nin rüzgârını
estiren kızlar. Zeytin ve çemenli ekmek sohbetleri…. O çok renkliliğin içinde,
küçücük dünyamda toprağımın özelliklerini öğrenmeye çalışıyordum. Bir şey çok
önemliydi; birliktik! En küçük bir haksızlığa, disiplin kuruluna sevk edilme
pahasına da olsa baş kaldırıyorduk! Başkaldıramadığımız, engelleyemediğimiz çok
da haksızlıklara bakıp kaldığımız da oldu!
Fatoş vardı (hala var, 25 yıllık dostum), Tunceliliydi,
yetiştirme yurdunda büyümüştü. Ötekiydi!!! Arkadaşının uğramış olduğu haksızlığı
savunduğu için Sivas’a sürüldü 3. sınıfta! Başkaldırdığı için sürüldü,
kimliğinde Tunceli yazdığı için sürüldü!
Sessizlik!
Bu anlattıklarım çocukluktan gençliğe geçiş dönemiyle
yaşadığım, gözlemlediğim, kısaca anlatmaya çalıştığım olaylar zinciri…
Politik bir ortamda büyümemiştim, bu nedenle hep bir şeylere
yetişmeye, kendimi bilgilendirmeye, fikir almaya, düşüncemi paylaşarak kendimi geliştirmeye
çalıştım. Hâlâ çok eksiğim var. Hâlâ çok okumam lazım…
Mezun olduktan sonra da 16 yılım tek tip, disiplinli bir
ortamda geçti. Bu süreç içinde sorgulamalarımı yaparken, “ötekilerin” yaşamış
olduğu acılarla empati kurduğum için çok tepki aldım. O dönem çok karışık bir
dönemdi. Kanın hiç durmadığı… Her gün ölüm haberleri aldığımız bir dönem. Bize
bizim görmemiz gereken ölçüde yansıtılan bir dönem!
Orada bir yerlerde bir annenin, buralarda başka bir annenin
feryadının göğe yükseldiği bir dönem…
Ölüm aslında hiç gitmedi bu topraklardan… Kaos hep
içimizdeydi. Hangi birini anlatayım ki? Hepimiz hepsine şahidiz. Hepimizde her
gidişin açtığı başka bir yara oldu. Yara umutsuzluğu doğurdu. Belirsizlikler
üzerine, insan hayatının değersizliği üzerine düşünceler birikti, birikti,
birikti…
Ve bir gün hiç birbirini tanımayan, bilmeyen, bin bir türlü
renge sahip yüz binlerce yürek bir oldu… Korkutularak susturulmaya çalışılan o
yüz binler sokağa döküldük…
Artık sessizliğe son vermeye karar verdik!
Artık sineye çekmeye, gözyaşımızı içimize akıtmaya,
ekmeğimizin mücadelesini verirken uğradığımız haksızlıklara, nefes alabilmek
için ihtiyacımız olan ağacımızın kıyımına, düşüncelerimizi korkmadan ifade
etmeye, adaletsizliğe, teknolojinin tüm nimetlerinden faydalanarak birbirimizi
haberdar etmeye, her yerde birbirimizi kollamaya, tek bir yürekte birleşmeye
karar verdik... Ve çok canımız gitti, çok canımız yandı… Bir gittiler, binler
geri geldi… Bu ses artık kısılabilir miydi?
Mesleki yeminimle ben 25 yıl öncesinde bütünleşmiştim. Benim
için dilin, ırkın, rengin bir önemi yoktu. Karşımda İNSAN vardı! Ve İNSAN olarak
kalacaktı…
Bin yürekli insanlar, 77 rengiyle sokaklarda... Göğe yükselen ışıklarıyla, El ele, Omuz omuza.. Ah bu kahrolası ayrılık... Elbet döner aydınlıkla, bir gün umudun maviliğiyle; Yüreğimize....
Öz'ce
2 Temmuz 2013
Taksim’de yeryüzü sofraları kurulduğunda yazmıştım bu
küçücük şiiri, … Umudumun karanlıklarla boğuşurken aydınlığın bir izi miydi?
Bugün önemli bir gün, 19 Ocak… Yüz binler sokakta,
sevdiklerim sokakta… Hepimiz tek bir yürekten haykırdık. Adalet için haykırdık! Ve bu hüzün biz bitti
demeden bitmeyecek!
Bu günahları
yıkayacak bir yağmur olmayacak!
Daha yapacak
çok işimiz var… Mücadeleye devam…
Bir tek şunu biliyorum ve öğrendim yolumda: Hiçbir kente ait
değilim, hiçbir mülke bağımlı değilim. Elbet hepimizin hayalleri var…
Kendi tarihimizi yazarken, attığımız
bu tohumların filizlerini ya göreceğiz ya görmeyeceğiz ama gelecek için,
çocuklarımıza bırakacağımız miras çok önemli…
Bu topraklarda, bu dünyada
geleceğin barışı ve huzuru için önemli…
Nazım Usta şiirinde dediği gibi;
“selamlamaya geldim seni yeryüzü
umutları adına,
bedava ekmek ve bedava karanfil adına
mutlu emeklerde mutlu dinlenmeler adına
"Yarin yanağından gayrı her yerde her şeyde hep beraber"
Ben de sadece diyorum ki;
Yarimin yüreğinde beraber atsın yüreğim yeter,
Barış olsun her daim ve barış için
mücadelemiz…
Öz’ce
Sözlük: Auslander Raus: Yabancılar dışarı
Kümmel Türken Raus.: Kimyon (kokan) Türkler dışarı